TARIM HUKUKU’NUN TARİHÇESİ
TARIM HUKUKU’NUN TARİHÇESİ
Tarım hukuku uzun zamanlar toprak hukuku ile bir tutulmuştur ancak salt bir disiplin olarak tarihi çok eski yıllara dayanmaktadır.
Çünkü;
tarım, Neolitik Çağ’da (Cilalı Taş Devri), yaklaşık olarak MÖ 9000 yıllarında avcı-toplayıcı yaşam tarzından yerleşik yaşam tarzına geçiş evresinde başlamıştır. Tarım hukukunun daha çok günümüzde gelişmeye başladığını hatta ülkemizde 5488 sayılı Tarım Kanunu’nun 2006 yılında yürürlüğe girdiğini göz önünde bulundurursak tarihi çok eskiye dayanmıyor gibi görünmekte ancak önce insan-toprak daha sonra da insan-toprak-devlet arasındaki ilişkiler tarım hukukunun tarihi başlangıcını da beraberinde getirmektedir.
Tarım hukuku kapsamındaki mevzuat incelendiğinde bu hukuk dalının karmaşıklığı hemen göze çarpmaktadır. Çünkü tarım hukuku hem kamu hukuku hem de özel hukuk içerisinde yer almaktadır. Kamu hukuku içeresinde yer almasının nedeni işletmelerin devlete karşı olan hak ve borçlarını inceler, özel hukuk içerisinde yer alır çünkü aynı zamanda tarımsal işletmeden dolayı yurttaşlar arasında doğan ilişkileri inceler. Doktrinde toprak hukuku denildiğinde dar anlamda toprak hukuku diğer bir ifadeyle “tarımsal toprak hukuku” anlaşılmaktadır. Toprak hukuku tarım toprakları üzerindeki hukuk ilişkilerini düzenler. Bu ilişkilerin en önemlileri; tarımsal eşya hukuku, tarımsal miras hukuku ve tarımsal kira hukukudur. Tarımsal eşya hukuku da tarımsal mülkiyet hukuku ve tarımsal sınırlı ayni haklar olmak üzere ikiye ayrılır.
Belirttiğimiz gibi tarımın başlangıcı günümüzden bin yıllar öncesine dayanır. Tarım Devrimi’nin farklı bölgelerde başlangıç tarihleri, Melanezya’da günümüzden 10 bin, Sahra altı Afrika’da 4.500 ve bazı önemli gelişmeler dikkate alınarak Bereketli Hilal’de 10.000 – 9.000 gibi olmuştur. Bereketli Hilal adı verilen bölgedeki uygarlıklardan biri olan Sümerler; şaşırtıcı şekilde sulama sistemi kullanmış, Fırat ve Dicle’nin alüvyon yüklü sularını dizginleyip, bataklıkları kurutup yaşadıkları yerlere kanallarla su taşımışlardır. Bentler yapmışlar, sel baskınlarının önlemişler ve barajlar yaparak ihtiyaç suyunu koruma altına almışlardır. Sümerler yapmış oldukları düzenli sulama ile tarım arazilerinden oldukça verim almış ve elde ettikleri mahsulleri depolamayı başarabilmişlerdir. Bir ekibin Irak’ta yaptığı kazılarda bulduğu 3500 yılı aşkın bir zamandan öncesine ait küçük bir kil tablet, tarım tarihinde temel öneme sahip bir belgedir. Parçalar bir araya getirildiğinde 108 satıra ulaşan bu belge, bir çiftçinin oğluna bir yıl içinde gerçekleştirdiği tarımsal etkinliklerde kılavuzluk etmesi amacıyla verdiği talimatları içerir. Bununla birlikte Sümerlerin çanak, çömlek, kazan, ekmek pişirme tandırları gibi birçok araç ve gereci yapmaları tarım hayatına uyum sağladıklarının ve diğer uygarlıkların da tarımsal açıdan gelişmelerini sağladıklarının göstergesidir.
Toprak reformları; insanların eşit pay almak istemeleri temelinde gerçekleşmiş [Toprak reformu, hükûmet tarafından başlatılan ya da desteklenen tarımsal alanların mülkiyetinin yeniden dağıtılmasıdır. Terim sıklıkla çok geniş arazilere sahip olan çok az sayıdaki toprak sahibinden (toprak ağaları, soylular ya da büyük şirketler gibi) söz konusu toprakların alınıp onları işleyen bireylere ya da bu bireylerin oluşturduğu kolektif oluşumlara verilmesi anlamında kullanılmaktadır], toprakların daha da verimli kullanılmasını sağlayarak tarım ve hukuk ilişkisinin önünü açmıştır.
‘Toprak reformunun ardından ‘tarım reformu’ kavramı önem kazanmış, tarımsal üretimin artırılması ve tarımsal uğraşının düzenlenmesi için alınabilecek bütün önlemleri bu kavramın içine almıştır. Tarımsal kalkınmayı gerçekleştirmek ve üretimi artırmak için alınabilecek ekonomik, sosyal, hukuksal ve teknik bütün önlemler böyle bir reform anlayışının kapsamına alınmıştır.
Hukuk sistemi olarak ilk ve en önemli örneklerden olan Roma Hukuku’nda, tarıma ve toprağa verilen değerle tarım hukuku da gelişmiştir. Roma Devleti’nin, yapılan fetihlerle birlikte toprakları genişlemiş ve özellikle verimli olan toprakların Roma kamu toprağı sayılması sonucu; büyük işletmelerin sayısı artmış, zengin olanlar küçük topraklara sahip ailelerin topraklarını alarak kendi topraklarını büyütmüştür. Bu anlamda Roma, toprak sistemi feodaliteye ilham kaynağı olacak bir nüve içermektedir. Marcus Phillippus; M.Ö. 104 yılında yaptığı nüfus sayımı sonrası değindiğine göre, Roma tarımsal toprakları sadece 2.000 zengin aile (patrici) arasında bölüşülmüş idi. Bu durum çeşitli iktisadi ve siyasi çalkantılara sebep olmuş, durumu düzeltmek isteyenler bunu hayatıyla ödemiştir. Tiberius, Romalı zenginlerin topraklarının belli bir kısmının alınmasını ve toprağı olmayan insanlara dağıtılmasını teklif etmiş ve tarihin bilinen ilk toprak reformunu başlatmıştı.
Fransa’da 1789 devrimiyle feodal toprak mülkiyeti ve işletme biçimi ortadan kaldırılırken, geleneksel anlamda köklü bir toprak reformu gerçekleştirilmiş ve soyluların ve kilisenin mülkiyetindeki topraklar fakir köylülere satışa çıkarılmış, Fransa tarım ekonomisinde küçük köylü işletmeleri başat olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nde de 1861-1865 iç savaşı sonucunda Güney eyaletlerinin esirlerle işletilen büyük tarım işletmeleri ortadan kaldırılarak topraklar ucuz fiyatla satışa çıkarılmıştır. Böylelikle birçok kesimden insan toprak sahibi olmuş ve bu topraklarda tarım yaparak toprakları değerlendirme fırsatı bulmuşlardır.
Türkiye’de bugün geçerli olan tarımsal toprak mülkiyeti anlayışının geleneksel kökenlerinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun başarılı bir şekilde uyguladığı arazi yönetim anlayışının izleri bulunmaktadır. Bu anlayış toprakların verimli kullanılmasını sağlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde tarım üzerine konulan vergiler devlete önemli gelir sağlamıştır. Örneğin; vakıf arazilerinin değerlendirmesiyle kazanılan gelirler cami, medrese, hastane, imarethane, han ve hamam gibi topluma hizmet veren kuruluşların masrafları için ayrılmıştır. Ülkenin büyük bir kısmını kaplayan miri arazilerse devletin olmakla birlikte ekip biçmek ve boş bırakılmamak şartıyla yine eski sahipleri üzerinde bırakılmıştır. Kendilerine arazi bırakılanlar şartlara uyarak araziyi ekip biçer ve öldükleri zaman arazi vergisini vermek suretiyle çocuklarına bırakarak tarımın devamı sağlanmaktadır. Ayrıca toprağı değerlendiremeyenlerden toprakların alınıp başkalarına verilmesi de devletin otoritesiyle ortaya çıkan müeyyidelerden olup tarım hukukunun yüzyıllar öncesinden ülkemizde başladığının kanıtı niteliğindedir.
1880’lerle 1914 arasında Osmanlı ekonomisinde azımsanmayacak bir gelişme görülmüştür. Bugünkü Türkiye sınırları içindeki toplam nüfus da artmıştır. Ancak Türkiye’nin nüfusu ve üretim kapasitesi 1914-1923 arasında önemli düşüşler göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı ve “Millî Mücadele” döneminde varını yoğunu ortaya koyan yeni Türk Devleti’nin devraldığı tarım yapısı; 1880’lerle 1914 arasındaki gelişmenin değil, bu gelişmede savaş yıllarında meydana gelen önemli gerilemenin bir uzantısıdır. 1913-1923 arasında hem nüfus azalması hem de toplam üretimde önemli düşüş vardır. Birinci Dünya Savaşı ile Millî Mücadele sırasında, Türk tarımının durumu ayrı bir incelemeye konu teşkil edebilecek kadar geniştir. Savaşlar sırasında nüfus ve insan gücü başta olmak üzere tarımsal faaliyetin zorunlu unsurları büyük bir gerilemenin içine girmiştir. Nüfusun; “Misak-ı Millî” sınırları içerisinde cinsiyet, yaş grupları ile diğer toplumsal ve ekonomik nitelikleri yönünden dağılımını bir tahmin şeklinde de olsa bilmek söz konusu değildir. Üretime katılım ve işlenebilir tarım arazisi başına düşen nüfus kadar, yaş gruplarının önemi de büyüktür. Savaştaki kayıplar, 18-35 yaşları arasında erkek iş gücünde büyük bir gerilemeye yol açmıştır. Dolayısıyla toplumda, üreticiler aleyhine denge bozulmuştur.
1914 yılında; “ulusal geliri 22.393.000 kuruş olan Osmanlı Devleti’nde tarım kesiminin payı 13.060.000 kuruştur. Oran olarak %58’i bulan tarım kesimi, nüfusun %82’sini, millî gelirin de %75’ten fazlasını teşkil etmektedir. Osmanlı devleti siyasî, kültürel, sosyal, askerî vb. nedenlerin yanında iktisadî olarak da gerilemeye başlamış ve birbirine bağlı nedenler grubunun bir bileşimi olarak dış baskılara dayanamayarak çökmüştür. Çağın teknik değişmelerine ve sanayi hareketlerine ayak uyduramamış, tam anlamıyla tarıma dayalı bir ekonomi mirasını Türkiye Cumhuriyeti’ne devretmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında tarımsal yapı daha da bozulmuştur. Gerilemiş bir Türk tarımını, Türkiye Cumhuriyeti devralmıştır. Yeni devletin kurucusu ve önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün tarım politikası ve sonuçları, bu bakımdan büyük bir öneme sahiptir. Ekonominin iyileştirilmesi için yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde tarımsal alanda gelişimin sağlanabilmesi için; aşar vergisinin kaldırılması, tarımda makineleşmeye gidilmesi, tarım aletlerinin yapımının sağlanması gibi önemli kararlar alınmıştır.
Atatürk’ün Türk köylüsü hakkındaki düşüncelerini, 16 Mart 1923’te, Adana’da Türk Ocağı’nda “çiftçiler” tarafından verilen ziyafette; “Muhterem çiftçiler, sizler hepimizin babasısınız, hepimizin efendisisiniz.”, sözleri en güzel biçimde açıklar niteliktedir. Atatürk, aynı konuşmasında; “Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup oldu… Çiftçi ve çoban bu millet için unsur-u aslîdir. Vakıa diğer unsurlar bu unsur-u aslî için lazım ve faydalıdır. Lakin hiçbir tevehhüme kapılmadan bilmeliyiz ki o unsur-u aslî olmazsa diğer unsur da yoktur.” diyerek tarımın Cumhuriyet Türkiye’si için ne kadar önemli olduğunu açık bir biçimde vurgulamıştır. Atatürk’ün sık sık üzerinde durduğu hususlar şunlardır: Memleketimizin genişliğine oranla nüfusumuz az olduğundan, “Ziraat hususunda makine ve alet-i fenniye istimaline diğer memleketlerden daha ziyade bir mecburiyet vardır.” (1 Mart 1923 TBMM’nin Dördüncü Toplanma Yılı’nı açarken); “Ziraî hastalıklarla mücadele işine daha çok ehemmiyet vermek lazımdır.” (1 Kasım 1936 TBMM’nin Beşinci Dönem İkinci Toplanma Yılı’nı açarken); “Millî ekonominin temeli ziraattır.” (1 Kasım 1937’de TBMM’nin Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılı’nı açarken).
1 Kasım 1929’da TBMM’yi açış konuşmasında, çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak temin etmeyi ve böylece memleketin üretimini zenginleştirmeyi başlıca çarelerden biri olarak gören Atatürk; 1 Kasım 1936’da, “Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması behemehal lazımdır.” demiştir. 1 Kasım 1937’de TBMM’nin Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılı’nı açarken yaptığı konuşmada diğer tarımsal sorunların yanında, “Toprak Reformu” konusuna tekrar dikkati çeken Atatürk, şunları söylemiştir: “Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise; bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus kesafetine ve toprak verim derecesine göre sınırlanmak lâzımdır…” 1 Kasım 1938’de, TBMM’nin Beşinci Dönem Dördüncü Toplantı yılı açılışında Atatürk adına “Başvekil” Celal Bayar tarafından okunan “veda söylevinde”, “bir Ziraat İşletmeleri Kurumu’nun” oluşturularak, devletin ekonomik sahadaki yapıcı ve yaratıcı prensibinin ziraat sahasında da bir örneğinin kurulduğu ve dolayısıyla tarım alanında bir yıl önce yapılması “tavsiye edilen” işlerin bitirildiği anlatılarak, geleceğe yönelik şu direktif verilir: “Cumhuriyetin on beşinci yılı planlı, sistemli ziraat ve köy kalkınmasının mebdei olmalıdır.
Tarımda çalışan nüfusun artırılması, üretim tekniklerinin yenileştirilmesi, yol yapımı, kredi sağlanması, tarım alanında çalışanların eğitimi, pazar imkanlarının artırılması gibi önlemler ile tarımsal gelişmeyi engelleyen sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik öneriler Atatürk tarafından ortaya atılmış, hükûmetlere direktifler verilmiş ve gelişmeler titizlikle izlenmiştir. Üretimi azaltıcı nitelikteki her sorun ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
1923-1938 yıllarında, Cumhuriyet’in devraldığı tarımsal yapının bütün olumsuzluklarını gidermek mümkün olamamışsa da, özellikle devletin tarımda kullanılan toprak miktarını artırıcı teşvik ve uygulamaları ile izlenen genel tarım politikası sonuç olarak; tarım üretiminin ve dışarıya satılan tarım ürünlerinin artması, dışarıdan alınan tarım ürünlerinin miktarının azalması, tarım sektöründe çalışanları millî gelirden aldıkları kişi başına düşen gelirlerinin yükselmesi, sanayi ürünlerinin ekim alanlarının genişlemesi üretimlerinin artması ve temelleri atılmaya başlanan sanayinin kurulması için gerekli parasal kaynağın karşılanmaya başlanması sağlanmıştır.
Bu bahsedilen olumsuzlukların giderilmesi çağdaşlaşmanın da temelini oluşturacaktı ancak bunun için öncelikle devletin köy sorununu gidermesi gerekiyordu. Bu amaçla Cumhuriyet’in ilanının ardından 3 Mart 1924 tarihinde 442 sayılı Köy Kanunu çıkarıldı. Köylünün sağlık, eğitim, ulaşım, makineleşme, tarım, yönetim hatta günlük yaşantısını düzenleyen birçok maddeyi bünyesinde bulunduruyordu. Kanunun uygulandığı takdirde cumhuriyetin ideal köy tipi ortaya çıkıyordu.
Kanunda ziraate yönelik; askerde olanların ya da bakacak kimsesi olmayan öksüzlerin tarlasını imeceyle sürmek, köye ortaklaşa çoban tutmak, imece ile seli önlemek için önlem almak, ekine mahsule zarar veren böcekleri hükûmetten bilgi alarak defetmek, köylünün ürünlerini her türlü zarardan korumak, sulama için ortaklaşa ark yapmak, birleşerek köye harman makineleri almak gibi önemli fıkralar bulunuyordu. Köy Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin köye yönelik ilk ve en önemli düzenlemelerinden birisidir. Kanun maddeleri incelendiğinde yeni devletin, köylüleri çağdaş uygarlık seviyesine çıkarma isteği dikkat çeker.
Köyün gelişmesi tarımı geliştirmiş tarımın gelişmesi ise yeni hukuksal durumları ortaya çıkarmıştır. Örneğin tapu, mülkiyet, aynî hak, kadastro gibi kavramlar ortaya çıkmış ve bu konularda da Medeni Kanun’dan yararlanılmıştır. Medenî Kanunumuzda yer alan ana prensipler, kaideten girişilen bütün medenî hukuk ilişkilerinde uygulanır. Fakat öyle birtakım istisnaî haller bahse konu olur ki bu gibi hallerde bu genel prensiplerin uygulanması birtakım sakıncalar doğurabilir. Tarımsal bir toprak parçası veya tarımsal bir işletme bahse konu olduğu zaman bu gibi sınırlamalar göze çarpar. Bu sınırlamalar, mevcut tarımsal işletmelerin parçalanarak verimsiz bir şekilde işletilen küçük parçalara ayrılmasını önlemek, hem fertlerin hem de toplumun yararını yakından ilgilendiren memleket topraklarının düzenli bir şekilde kaidelere bağlanmasını sağlamak için getirilmiştir. Toplumun yararı daha ağır bastığı için Medenî Kanunun bu ana prensipleri sınırlandırılmıştır. Örneğin miras hukuku ile ilgili olarak getirilen sınırlamalar Medenî Kanunumuzun 597-602 maddelerinde görülür.
Sulama, tohum ıslahı, gübreleme ve makine kullanımı (özellikle Sanayi Devrimi buna önayak olmuştur) gibi çeşitli yöntemlerin de ortaya çıkmasıyla tarımda modernleşme başlamış, işlenemeyeceği sanılan topraklarda dahi tarım yapılmaya başlanmış ve tarım toprağının önemi artmıştır. Böylelikle tarım hukukunun gelişmesi sağlanmakla birlikte tarımda fikri mülkiyet hakkı, tarımsal teknolojilerin patentle korunması, ıslahçı haklarının korunması, tarım alanlarının amaç dışı kullanılmasının önlenmesi, organik tarım mevzuatı ve organik tarım pazarlarının kurulması gibi güncelliğini koruyan konular da önem kazanmış ve tarım hukukunun konu kapsamı genişlemiştir.
Kaynakça:
https://acikders.ankara.edu.tr/course/view.php?id=543
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/687485
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tar%C4%B1m_devrimi
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/233188
https://tr.wikipedia.org/wiki/Toprak_reformu
https://osmanlida-toprak-yonetimi.nedir.org/
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tar%C4%B1m_devrimi
https://bagatur.com/tarim-hukuku
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/847638
Aksoy, S., 1984. Tarım Hukuku. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yayınları: 907.
Eren, F. ve Başpınar, V., 2017. Toprak Hukuku. Savaş Yayınevi. Ankara.
https://www.yesilormanokulu.com/2020/06/tarimda-sumerler-medeniyeti.html
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/333506
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/638271
Derleyen: Melisa Demir